Bir annenin çığlığı: Şarkısını söylüyordu deniz

25/08/2017 0 Yorumlar

HALUK ÖZDİL’LE “ŞARKISINI SÖYLÜYORDU DENİZ,” KİTABI ÜZERİNE SÖYLEŞİ…

 

BAZEN YAŞAMAK, ÖLMEKTEN ÇOK DAHA ZORDU

 

Kirli bir savaşın yüzbinlerce kurbanlarından birisi  olan Suriyeli annenin (AzmideDabah)  dramatik olaylarla dolu günlüğünü kitap olarak hazırlayan Haluk Özdil konuğumuz oldu…

 

-Önce “Hoş geldiniz,” diyor ve hemen konuya giriyorum.  Kitap piyasasına gireli bir buçuk yıl olmasına rağmen beşinci romanınız geliyor.  Yazarların yılda bir kez kitap yazdığını düşünecek olursak,  siz bu kadar hızlı neden ve nasıl yazıyorsunuz?

-Önce “Neden?” Sorusundan başlayayım…  Yazmak için her yazarın kendisine göre bir ‘nedeni’ vardır.Kimi yaşadıklarını, duygu karmaşalarını, aşklarını yazmak gereği duyar. Kimi de toplumsal çelişkileri, var olan sistematik düzenden duyduğu rahatsızlıkları, dünyada meydana gelen dramatik veya trajik olayları kendisine göre yargılar ve yazar.  Bunların hepsi yazar için bir “Neden”dir...   “Nasıl?”  Sorusuna gelecek olursak: Benim açımdan açıklaması çok kolay; içimden geliyor, yazmak istiyorum… Daha doğrusu yazmak benim için belki de bir doğal ihtiyaç.  Kim bilir belki de bunca yıldan sonra bir duygu patlaması yaşıyorum…  

 

-Ama daha önce de yazıyordunuz…

-Doğrudur, yazıyordum. Aslında 23 yaşındayken başladı yazma maceram.  Bazı aylık kamu dergilerine yazı vermeye başlamıştım. Yazı başına da 100 lira alıyordum.  (Bugünkü 100 Lirayla aynı değerde.)  Manevi açıdan  çok değerli bir paraydı. Düşünün, genç yaşta Türkiye gibi telif haklarının göz ardı edildiği bir ortamda yazdıklarınız karşılığında para alıyorsunuz…   Sonra sanat dergilerine yazmaya başladım. Ardından da İstanbul’daki medya maceram başladı.  Ancak o işleri profesyonelce yaptığınız için sizden ne istenirse onu yapmak zorundasınız.   Yani yaratıcı yeteneğinizi kullanma şansınız çok azdır o tür işlerde. Oysa roman yazmak bambaşka bir şey:  Seçimleriniz, yorumlarınız size ait. İşin özü, yazdıklarınız sizden bir parça taşır.

 

“ŞARKISINI SÖYLÜYORDU DENİZ,” diğer kitaplarınızın konseptinden çok farklı. Tür mü değiştiriyorsunuz?

İzniniz olursa küçük bir düzeltme yapmak istiyorum.  “ŞARKISINI SÖYLÜYORDU DENİZ” bir roman değil.  Ne yazık ki, özgürlüğe kaçış yolunda büyük  mücadele veren acılı bir annenin gerçek olan günlüğü. Bu nedenle konseptten bahsedemeyiz burada.

 

BU ROMAN SİZE AİT DEĞİL Mİ?

 

-Özür dilerim ama anlamakta zorlanıyorum. Bu roman size ait değil mi, daha doğrusu kaleme alan siz değil misiniz?

- Tabii ki bana ait.    Ama bir günlükten yola çıktım.   Tatil için Yalıkavak’ta bulunduğum sırada o büyük felaket olduve 17 insanmavi sularda yitip gitmişti. Ölenlerin beş tanesi de çocuktu. Sabah saatlerinde jandarma ve cankurtaranları görüce o tarafa doğru yöneldim. Tam bir felaketti; sıra sıra dizilmiş cansız bedenler…  Aslında emniyet şeridi nöbetçi askerler,  bu talihsiz insanların yanına gitmemizi engelliyordu. Nasıl oldu bilmiyorum ama yanlarına doğru yürürken kimsenin dikkatini çekmedim.  Büyülenmiş gibiydim, o cansız bedenlere kilitlenmiştim sanki. Sonra o anneyi, ( AzmideDabah)’ı gördüm. Rengi bembeyazdı, ama saf bir güzellik vardı yüzünde;  sanki öldüğü için mutluydu…  Donup kalmıştım, o sırada yanında  yere düşmüş, ıslak, neredeyse dağılmak üzere olan sarı defteri gördüm. Ve aldım,  her şey böyle başladı…

 

-Buraya kadar tamam…  Ama kitap haline nasıl geldi, daha doğrusu içinde anlatılanlar tümüyle bu anneye mi ait, yoksa kurgu var mı?

- Anlatılanlar kısa kısa kelimelerle ve korkuyla yazılmıştı.  Cebe girebilecek boyutta orta boy bir defter düşünün.  Giriş bölümü çok daha farklı ve özenli yazılmışken,  orta bölümlerinden itibaren aceleyle ve korku içinde hızla yazmıştı.  Ayrıca bir kitap için çok kısa sayılacak bir uzunluğu vardı.  

Toplasanız 40 kitap sayfası bile olmazdı. Ayrıca da dili edebi değil, daha çok konuşma sırasında anlatılanlar gibi özensiz ve savruktu. Az önce de açıkladığım gibi korku içinde yazılmıştı.  Sonuçta bu defterin kitap haline gelebilmesi için sayfa sayısının 200’ün üzerine çıkarılması ve dilinin düzeltilip, okunur hale gelmesi gerekiyordu. Duygu ve düşüncelerini birkaç kelimeden yola çıkarak ekleyerek, düzenledim.  Sadece bunu yaptım…

 

-Arapçadan siz mi çevirdiniz bu günlüğü ve nasıl kitap haline geldi?

-Hayır, önce o çevrede balıkçıların yanında çalışan ve Türkçe bilen bir Suriyeliye okuttum. İşin ciddiyetinin farkına varınca Yayınevimi arayıp Sayın Sami Çelik’e durumu anlattım. Bu kadının yaşamını kitap haline getirmek istediğimi söyledim.  Kendisi de çok etkilenmişti bu öyküden.  Zaten bu konulara duyarlı bir insan olduğunu biliyordum.  “Tamam Haluk hocam bu kadının öyküsünü dünyaya duyuralım,” dedi ve başladık…

 

GÜNLÜĞE BİREBİR BAĞLI MI KALDINIZ?

 

 “Düzenlemeyi yaparken günlükte anlatılanlara birebir bağlı kaldınız mı?

- Evet, o annenin anlattıklarını temel alıp, uzatılması ve edebi hale getirilmesi bana ait.

 

-Aslında eğitimli ve zengin bir aileye mensup kadından söz ediyoruz değil mi?

-Kesinlikle, üniversite eğitimini Paris’te tamamlamış, çok iyi derecede Fransızca bilen bir ekonomist. Ayrıca babası ve eşinin de Halep’te fabrikaları var. Yani Suriye’nin aristokrat sınıfına dahil bir ailenin mensubu.

 

- “Ve bu kadın ile ailesi savaş çıktıktan sonra inanılmaz bir düşüş yaşıyor ve felaketler zincirinin ortasında kalıyorlar,” diyebilir miyiz?

- “Diyebilir miyiz,” sözcüğü yetersiz kalır, bu günlüğün içindekileri okuyunca. Tek kelimeyle bir felaketler yumağı olduğunu gördüm.Düşünün; aristokrat bir aile yapınız var ve Suriye gerçeklerinin yeterince farkında değilsiniz. Beşşar Esad’a sonsuz güveniniz var.  Lüks içinde bir villada yaşıyorsunuz,  tüm yakın çevreniz de sizin gibi varlıklı  ve rahat içinde. Sonra birden o büyülü yaşam bozuluyor,  acı Suriye gerçeği ve kirli savaşın iğrençlikleriyle yüzleşmeye başlıyorsunuz.

 

BANKALARDAKİ MİLYONLARCA DOLARI BLOKE EDİLİYOR

 

-Bu yüzleşmeyi kısaca anlatsanız.

-Kısaca anlatabilirim, aksi takdirde okurlarımıza haksızlık etmiş oluruz. Babası ve eşi, Beşşar Esad’a o kadar fazla güveniyorlar ki; kadınsı iç güdüleriyle tehlikeyi hissedenAzmide’nin tüm ısrarlarına rağmen, El Nusra, İşid ve diğer gruplar Halep’in kapısına dayanana kadar kaçmayı reddediyorlar. Gerçeklerle yüzleştikleri zaman zaten çok geç oluyor. Bankalardaki milyonlarca dolarları bloke ediliyor.  Fabrikaları terörist grupların eline geçiyor, ellerinde sadece evlerinde bulunan mücevherleri kalıyor. Aslında o mücevherleri koruyabilseler, Türkiye’de çok rahat bir yaşam sürebilirler... Ama onları da  kaçış yolunda İşid ele geçiriyor.  Babası ve eşi gözünün önünde katledildikten sonra oğlu elinden alınıp kampa gönderiliyor. Defalarca kirletiliyor, sonra da küçük rütbeli bir terörist tarafından köle olarak alıkonuluyor. Sonrası daha acı olaylarla dolu olan bir dibe vuruş öyküsü işte.

 

-Bir insanın, özellikle de bir kadının dayanabileceği şeyler değil bunlar.

-Kesinlikle, ama evlat sevgisi, oğlunu kurtarma umudu bir şekilde  direnmesini sağlamış.

 

GÜNLÜĞÜ BİTİRDİKTEN SONRA KİMSEYLE

NE KONUŞMAK NE DE GÖRÜŞMEK İSTEDİM

 

-Anlattıklarınızı dinlerken bile kendimi kötü hissettim.

-Sizi anlıyorum. Çünkü bu günlüğü yazıya dökerken aynı duyguları yoğun şekilde yaşadım. Kitap hazırlıkları bittikten sonra da Olimpos Dağı’nın 800 metre rakımında gerçek bir köye gidip on beş gün insanlardan uzak yaşadım. Kimseyle konuşmak, görüşmek istemedim.  Hala da psikolojik olarak çok iyi durumda değilim. Bazen gözlerimi kapattığım zaman o acılı annenin yüzünü görüyorum.

 

-Kitapta yazıldığı gibi günlüğü denize mi attınız? Daha doğrusu neden böyle bir şey yaptınız?

- Attım… Çünkü o günlük genç anneye aitti.  İçindekiler sadece kendisi için yazılmıştı. Eğer yaşıyor olsaydı bu öyküyü kimse bilmeyecekti… Benim erken saatte deniz kenarında olmam, emniyet şeridine rağmen cansız bedenlerin yanına kadar yaklaşmam,Azmide’nin yüzündeki gülümseme ve bulduğum defter rastlantı değil…   Bunun bir mesaj olduğunu düşünüyorum:  Kirli bir savaşın gerçek kurbanlarının kadınlar ve çocuklar olduğunu insanlar bilmeliydi... Ayrıca günlüğünü kitap haline getirdiğim için umarımAzmideDabahbeni affeder…

-Son olarak söylemek istediğiniz bir şey var mı?

- Söylemek istediğim o kadar çok şey var ki ama yutuyorum. Bağırmak istiyorum ama bağıramıyorum. Bu savaşın baş sorumlusu ABD ve ortaklarıdır.  Ortadoğu’da akan her damla kanın sorumlusu yine aynı ülkelerdir.  İnsan kanı üzerinden rant sağlayan aç gözlü, doymak bilmeyen vahşi kapitalizmin dünyaya yaptıkları  ne ilktir, ne de son olacaktır…

 

E-Ticaret Sistemleri